Ne alnımızda bir ayıp
Ne koltuk altında
Saklı haçımız
Biz bu halkı sevdik
Ve bu ülkeyi.
İşte bağışlanmaz
Korkunç suçumuz..
Ahmet Arif
Geçen gece televizyon izlerken, bir sanat programına takıldım. Bir şairden, Ahmet Arif’ten bahsediyorlardı. Açıkçası programı izleyene kadar Ahmet Arif hakkında hiç bir fikrim yoktu.
Programın ilerleyen dakikalarında; asıl konunun Ahmet Arif değil, başka bir kadın sanatçıyla arasında geçen platonik bir aşk ilişkisini anlatan kitap olduğunu anladım. Programa katılan editör, Ahmet Arif’in sevdiği ama evli olan kadına yazdığı aşk mektuplarını nasıl kitap haline getirdiklerinden bahsediyordu. Diğer konuklarla beraber yaklaşık yarım saat boyunca Ahmet Arif’in sevgisine karşılık bulup bulmadığını konuştular.
Programın ortalarında zihnimde sorular da belirmeye başladı…
Ahmet Arif bir şair ve gazeteci. Programda söylenenlere göre kendisi Türkçeyi en iyi kullanan şairlerden biriymiş… Ve eserleri programda gösterilen aşk mektuplarından ibaret değilmiş. Ahmet Arif çok zor bir hayat yaşamış. Sürgüne gönderilmiş, işkence görmüş. Belki de bu nedenden dolayı şiirlerinde hep ezilen insanlardan yana olmuş. Yazdığı “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı döneme damga vurmuş. Kitleleri arkasından sürüklemiş. Ve o kitabı hala Türkiye’de çok basılan kitaplar listesi içinde. Pek çok şiiri Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi sanatçılar tarafından bestelenmiş.
Şimdi lütfen hakikat dünyasının feraset ve basiretiyle soralım:
Türk edebiyatına yıllarca emek veren bir şair olsaydınız ve öldükten sonra hakkınızda reyting kaygısıyla hazırlanmış, özel hayat sınırlarını tamamıyla aşan bir program hazırlansaydı ne hissederdiniz?
Bir şairi bu şekilde tanıtmak kime ne kazandırdı? Programın hazırlayanlara ne kazandırdı,? Sunanlara ne kazandırdı?, Seyredenlere ne kazandırdı? En iyi ihtimalle editörün tanıtımını yaptığı kitabın satışlarını artırır o kadar.
Peki, böyle bir kitabı okuyanlar ne fayda elde edebilirler, okunacak en doğru kitap bu mudur?
Böyle faydasız kitapları okuyan toplumlar nitelikli olarak tanımlanabilir mi? Böyle toplumlar nitelikli kitaplar okurlar mi?
Kur’an-ı kerimde bir kavram vardır “hebaen mensura”. Türkçe anlamı “boş yere bir hiç karşılığında heba edilmiş” olan bu kavram para, zaman ve başka konulardaki israfı tanımlamak için kullanılır. İnsaf gözlüğüyle baktığımızda insanların okuduğu ve izlediği pek çok şey “hebaen mensura” dır. Malesef ki piyasa tamimiyle gereksiz ve faydasız, reyting kaygısıyla hazırlanmış bir sürü yayın, Popüler kültür kitapları, anlamsız romanlar, Amerikan esprili garip komedi programları, diziler, yetenek yarışmaları ile dolu değil mi?… Tüm bunlar bizim ruhumuzu mu besliyor yoksa nefsimizi mi?
İşte galiba biz tam burada kaybediyoruz. Doğru sorular sorarak kritik analitik düşünmeyi, doğru düşünerek hikmete ulaşmayı, hikmet ile yaşayarak ömrümüzü kaliteli ve faydalı bir biçimde geçirmeyi öğrenmemiz ve başarmamız gerekmiyor mu?
Tüm bu soruların sonunda çok daha gür bir sesle kendime şöyle söyleme ihtiyacım hissettim: unutulmaması gereken ilk nokta, bu dünyadaki her şeyin hesabının bize bir gün sorulacağıdır.
Hümeyra BİRİCİK
NOT: Bu yazıya son noktayı koyduktan sonra, annem internet tararken karşılaştığı bir köşe yazısını bana gösterdi. Yazı, Hürriyet gazetesinden meşhur Ertuğrul Özkök’e aiiti ve aynı konuda yazılmıştı. Yazıyı okumanız ve karşılaştırmanız için noktasına dokunmadan aşağıya kopyalıyorum. Karşılaştırın ve cevap verin: hangisini beğendiniz?
————————————————————————
O prangalar kimin hasretinden eskitilmiş
BİR düşünün, Türk şiirinin hangi cümlesi hafızanızda şu kelimeler kadar kalıcı bir etki bırakmıştır:
“Hasretinden prangalar eskittim…”
Bizim nesillerimiz, sonradan gelenler, daha sonradan gelenler…
Şiirle ilgisi olan olmayan kaç insan, hayatının bir anında bu cümleyi işitmemiş, kendisi de kullanmamıştır.
“Hasretinden prangalar eskittim…”
Geçen pazartesi günü bir kitap yayınlandı.
Kitabın adı “Leylim leylim”…
Bu kitapla birlikte, bu mısraının sırrı da çözülüyor.
Bu mısra hangi kadın için yazılmıştır..
Yazan şairin, “hasretinden prangalar eskittiği” bu efsane kadın kimdir?
* * *
İtiraf edeyim, en solcu günlerimde bile, Ahmet Arif’in “Hasretinden prangalar eskittim”kitabındaki şiirler, benim aşk dünyamda fazla yer bulmamıştır.
Bir kadına hiçbir zaman o kitaptan şiirler okumadım…
O cümleler bana fazla folklorik, hadi daha açıkça yazayım, köylü gelirdi.
Ama bu söylediğimin hiçbir manası yok.
“Hasretinden prangalar eskittim” cümlesi, itiraf etmesem de, reddetsem de, bilinçaltımın en kuvvetli üç beş mısraından biri olarak kaldı.
Çok güçlü bir mısraydı.
Hiçbir küçümsemenin silemeyeceği, yok edemeyeceği kadar güçlü bir mısra…
Şimdi o mısraının kimin için yazıldığını öğrendik.
Öğrenince, o şiiri tekrar, yeniden baştan okudum.
Arkasındaki güçlü aşk, Ahmet Arif’i de, şiirini de gözümde büyüttü.
* * *
Öğreniyoruz ki, Ahmet Arif, yazar Leyla Erbil’e âşıkmış ve bu şiiri de onun için yazmış.
Mektuplaşıyorlarmış.
1954 ile 59 arasında birçok mektup göndermiş.
Leyla Erbil, başkasıyla evlenmiş.
O yine yazmaya devam etmiş.
Belki tek taraflı bir aşk.
Belki iki taraflı bir oyun, ama tek taraflı bir aşka.
Mesela şöyle bir cümle:
“Benim her şiirimde varsın ve olacaksın. Ama dünyanın en dehşet şiiri bile ‘Sen’ olamaz. Bunu yaşamak gerek. En asıl gerçek bu işte.”
–BİR erkek… Âşık olduğu kadın başka bir erkeğe gitmiş.
O hâlâ mektuplarına devam ediyor.
Ama evlenen aşkının evliliğine de saygısını hiç kaybetmiyor.
Aynı mektubu şu tuhaf cümlelerle bitiriyor: “Hasretle canım. Öperim. Seni hasret ile öperim. Yiğit kızım benim. Mert ve kahraman kardeşim. Hasret ile…”
Büyük bir aşkı, arkadaşlığa, hatta kardeşliğe indiren cümleler…
Okurken içim burkuldu. Düşündüm.
Bir yandan hasretle öperken, bir yandan “mert kardeşi” rütbesine getirmek?
* * *
Nedir bu?
Büyük bir aşkın tenzili rütbesi mi?
Yoksa “yüceltilmesi mi”…
Bir başka mektubunda şunu söylüyor: “Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum.
Böyleyken gene de şükretmem halime, hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim.
Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getiririm.
Sana dert, sana ağırlık, sıkıntı olurum.”
* * *
Tek taraflı kalmış aşk kafa karıştırır.
Ahmet Arif mektubunda soruyor:
“Nemsin be?”
İhtimaller de şudur:
“Sevgili, dost, yar, arkadaş… Hepsi, en çok da en ilk de Leylasın bana… Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum, üşüyorum, kapama gözlerini”.
* * *
Okudukça anlıyorum.
Aşk kolay bir şey değil.
Aşkta tek başına kalmak daha da zor bir şey…
Kitabı henüz okumadım. Radikal Kitap ekinde Sennur Sezer’in yazdığı harika yazıyı okudum sadece.
Ama hüzünlü bir ilişki bu…
Hüzünlü ve hepimizin çok iyi anlayacağı bir yazı.
Yarın bu kitabı ben de hasretle bekliyorum.
Bugün, 2013 yılının 25 Eylül günü baktığımda, biraz depasse, modası geçmiş gibi görünebilir.
Ama unutmayalım ki, hepimizin içinde eksik kalmış, tamamlanmamış, zaman zaman tek başına kalmış hüzünlü bir aşk hikâyesi vardır.
Aşk yarası boşu boşuna söylenmiş bir laf değildir.
Bir erkek, başka bir erkeğe gitmiş, onu terk etmiş, belki de hiçbir zaman gelmemiş bir kadınla neden böyle mektuplaşır ki?
* * *
Neden hayatımız boyunca hayali gibi görünen kadınlara-erkeklere böyle mektuplar yazarız?
Ahmed Arif cevabını şöyle veriyor:
“Kimselere bir şey demek için değil, susuzluğumuz, yangınlığımız için yazıyoruz. İkimiz de öyle…”
Mektubunu şu harika duygularla bitiriyor:
“S..ir et.. Kime ne be…”
Hakikatten kime ne…