Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan

Efendimiz (sav) ‘ in dünyaya bakış açısını “ Dünya ahiretin tarlasıdır  “  hadisi ile anlarız. Yaşayacağımız ömrün ne kadar kıymetli olduğunu vurgulamaktadır. Şöyle bir gerçek vardır ki ahirette bizi mutluluğa erdirecek cennet yoluna erişebilmek için en verimli zaman gençliğimizdir. Çünkü birçok ibadeti bedenimizin, ruhumuzun yapmaya en uygun olduğu vakittir. Fakat biz gençler olarak bu kaçınılmaz fırsatı değerlendirmekte zorlanıyoruz. Nefsimizin bir çift söz ile bizi kandırmasına izin veriyoruz : “Anı yaşa “…Oysaki bu gençlik yıllarımız ebedi değildir. Gençliğimizi hep kalıcı gibi hissederiz değil mi? Çevremizde bir yaşlı gördüğümüzde onun da bir zamanlar genç olduğu aklımızdan bile geçmez. Sanki o hep yaşlıymış gibi algılarız. Hissiyatımız, nefsimiz bizi kandırmaktadır. Hâlbuki yaşamımızdaki her saniye bizi yaşlılığa, ölüme bir adım daha yaklaştırmaktadır. Ama asıl acı olan şudur: Zaman su gibi akıp geçtiğinde fark edeceğiz ki gençliğimiz, o altın misali yıllarımız asla geri gelmeyecektir. Yanlış değerlendirildiğinde arkasında pişmanlıklar,  keşkeler bırakacaktır.

Hayatımızda bu keşkeler olmaması için bir yerden başlamalıyız. Bence bu da okuyabilmekle başlar. Okumayan insan ne dinini ne öz kültürünü ne de kendini bilir. Güzel dinimizin ilk ayeti de “oku” ile başlar. Demek ki bizi biz yapacak unsur okumayı önce günlük yaşantımızın bir parçası haline getirmektir. Okumak her işin başıysa biz millet olarak “ne kadar okuyoruz “ dedim ve TÜİK raporuna baktım. Kitap okumaya verdiğimiz önemi sizlerle paylaşmak istiyorum. Rapora göre günde 6 saat televizyon izleyip 3 saat internet kullanırken kitap okumaya sadece 1 dakika zaman ayırdığımız ortaya çıkmış. Ayrıca Avrupa’ da %21 olan kitap okuma oranının Türkiye’de binde bir olduğu da yazıyor. Dünyada en fazla kitap okuyan ülkelerin başında İngiltere ve Fransa yer alıyor. Sizce dünyada bu ülkelerin söz sahibi olmalarının sırrı nedir? Halkımızın üşengeçlikten doğan bu hazıra konma tutkusu beni çok üzüyor. Önümüze çıkan her bilginin doğru olup olmadığını araştırmadan kabul edebilecek kadar basit bir hale düşmüşüz.  Bilmemiz gerekeni bile unutmuşuz. Mesela izlediğim bir programda haber spikeri halkın arasına karışıyor ve “istiklal marşımızın yazarı kimdir? “ sorusunu oradakilere yöneltiyor. Halkın çoğu ne diyeceğini bilemiyor, cevap verenlerde doğru cevaplayamıyor. Bizi kurtuluşa erdiren, askerlerimize destek çıkan, o savaş anlarını yürekten anlatan bağımsızlık simgemizin yazarını bilmeyen bireyler olmuşuz. Aklıma Çanakkale savaşından kalan, dedelerimizin çektirdiği fotoğraflar geldi. Aç, susuz, yorgun…  O marşı yazdırtan Çanakkale kahramanlarına nasıl hesap vereceğiz? Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi, içim yandı. Biz bu hale nasıl geldik dedim. Vehbi Vakkasoğlu’nun bir makalesinde şu sözler geçiyor “Bu gün ülkemizin içinde bulunduğu bütün darboğazların sebebi bizi biz yapan değerlerimizden uzaklaşmamızdır. Çanakkale’den aldıkları derslerle düşmanlarımız neremizden vuracaklarını öğrenmişlerdir. Biz ise tam tersine bir tembellik ve gaflet içine düşüp sürekli düşman oyunlarına gelmişiz” diyor yazarımız. Bende bu görüşe kesinlikle katılıyorum. Yenilmelerine rağmen Çanakkale savaşı ‘ndan bile gurur duyacak bir tespite sahipler. Bir İngiliz generali “Çekildik… Çanakkale’yi geçemedik ama Türk milletinin genç neslini, eğitimli neslini, çiçeğini yok ettik. Dolayısıyla geleceğini yok ettik. Bellerini zor doğrulturlar.” diyor. İşte Avrupa bizi nasıl içten vuracağını Çanakkale savaşında bulmuş. Avrupa gençliğimizi uyutmak için her türlü yolu deniyor. Yaptıkları planlar tam istedikleri gibi tıkır tıkır işliyor. Evet, gerçekten de öyle. Onların istediği gibi ne dinimizi öğreniyor ne de kendimizi geliştiriyoruz. Hatta bu durumla ilgili peygamber efendimiz (sav.);  “iki günü birbirine eşit olan zarardadır” buyurmuştur. Hangi genç veya yaşlı bu altın söze riayet ediyor. Saatlerce televizyonun karşısında, bilgisayarın başında oturmuyor muyuz? Benliğimize hiçbir şey katmayacak aksine zarar verecek neler yapıyoruz. Bizim için şimdiki planları: reklamları, programları,  oyunları kullanarak zihnimizi bulandırmak. İşte bunları sayesinde aklımızla, ruhumuzla oynuyorlar. Peki, farkında mıyız? Tabiki hayır. Bir telefonun, bilgisayarın başında akıp giden zamana üzülüyor muyuz?  Nedense kitap okumak, hele inancımızla ilgili bir şeyler araştırmak ne kadar zor geliyor. Büyüklerimiz de aynı. Ne ellerinde kitap var, ne de merak var. “Ununu elemiş eleğini asmış” deyimi vardır ya büyüklerimiz öyle. Ellerinde kumanda, bir düğmeye dokunmak daha kolay geliyor. Bir kitap alıp okumak, anlamak… Ooooo ne kadar zor. Ne olacak ki, vakit geçsin, öyle değil mi? Hiç aklımıza geliyor mu o geçirdiğimiz vaktin hesabı sorulacak. Neredeee…

Halbuki tarihimize o boş kafalarımızı çevirsek koca Mimar Sina’nın ustalık eserim dediği Selimiye Camisini  seksen yaşında yaptığını görürüz. Nerede yirmi bir yaşında İstanbul’u fethedip, çağ değiştirten Fatih ile bizim gençliğimiz, nerede seksen yaşındaki Koca Sinan’ımız… Evet, planları tıkır tıkır işlemiyor mu? Çanakkale savaşının sonunda Churchill “İşte ey halkım; Türküyle, Kürdiyle, Laz’ıyla, Arap’ıyla, Alevi’siyle, Sünni’siyle Müslüman Türk milleti İslam denizinin, Kuran denizinin, iffet ve namus denizinin, birlik ve beraberlik denizinin içinde yüzen balıklar gibidir. Bizde bunları yakalamaya çalışan ahmak balık avcısına benziyoruz. Bundan ders alacağız, aynı hataya düşmeyeceğiz. Bundan sonra yapacağımız şey, Müslüman Türkün iman ve İslam denizini kurutmak, onları Kurandan ve İslam’dan ayırmak, ahlaklarını bozmak, namus duygularını zayıflatarak yıkmak, kısacası onları adı Türk veya Müslüman ama aklı, ruhu, yaşayışı İngiliz olan sürüler haline getirmek olacaktır.” Sonra Churchill konuşmasını şu yeminle tamamlamış; “Bu Kuran Müslümanın elinden alınmadığı takdirde İngiliz imparatorluğuna rahat yoktur.” Sizce başarılı olmuşlar mı? Bugünü tasvir etmiyor mu? Yorumu sizlere bırakıyorum.

SENA KARACA           Nisan/2015 ANKARA