MAHKEME PİYESİ
Gergin bakışlar arasında nefes almak ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Bir kaçıp kurtulabilse, üstüne yapışıp kalmış sıfatlardan arınabilse…
En çok da bu belirsizlik yoruyordu bedenini. Ne denli hırpalanıyor, ruhu nasıl paramparça oluyor görmüyor muydu tüm bu insanlar? Kelimeler tüm kayganlıklarıyla zihninden uzaklaşıyor, dili bir türlü söylenmesi gerekenlere dönmüyordu. Anılar mide bulandırıcı bir bulamaç olmuş, dönüp duruyordu işlevini kaybetmeye başlamış aklında.
Nefes almak her zaman bu kadar zor muydu?
Bir an yapayalnız ve çaresiz bir şekilde canavarların karşısında bir ağaç kavuğuna pusmuşken bir an sonra o lanetli kapıyı kapamaya çalışıyordu. Kollarındaki tüm güç çekilmişti sanki, kapı kapanmak bilmiyordu. Bir el aralıktan ona ulaşmaya çabalıyor, korkudan yüreği güm güm atıyor ve bedeni onu yüzüstü bırakırken kapı açılıyordu…
Neden sonra sabırsız telaffuzlarla adı oda içinde yankılandı.
Güneşli bir bahar günü kendisine tüm sevinçleri tattıracakmış gibi bakan o gözlerde şimdi soğuk bir boşluğun olduğunu görüyordu. Boşluk ruhundaki son umut kırıntısını da emiyor gibi geldi o an. Bir daha asla iyileşemeyecekmiş gibi… Bir gün öncesinde yemyeşil bir yaprakken huzurla salınan rüzgarda, şimdi sırtüstü toprağa kavuşmuş güz sonu yaprağı gibi ölümünü bekliyordu. Artık Güneş’in sıcaklığına ihtiyacı kalmamıştı. Güneş tek bir kez bir çift boşluk olmuş, o ise yanmış ve savrulmuştu…
Boğazı kurumuştu. Midesi kasılıyor, kulakları uğulduyordu. Gözlerinde bir çift ateş topu varmış gibi geliyordu. Bir şeyler söylemeliydi. Kendine gelmeliydi. Hiçbir zaman soğukkanlı biri olamamıştı. Çevresinde onun için sakin kalacak dostları olurdu, onlar onu sakinleştirir ve sağlıklı düşünmesini sağlardı. Şimdiyse o korkunç bakışla hepsinin gözleri onun üzerindeydi…
” Lütfen…”
Tek kelime çıkabilmişti ağzından: Lütfen! Tüm hayatını özetleyen, karakterini altı harfle gözler önüne seren.. Lütfen.
Ne derse desin inanmayacaklarını düşünüyordu. Hayır hayır, buna şartlanmıştı! Böyle olmasa saatlerdir onu böylesine korkutur, böylesine ezerler miydi? Onu tanıyorlardı, her zaman açık biri olmuştu. Bir Sokrates değildi, kendini anlatmayı da hiç becerememişti zaten.
Artık tek isteği bu işkencenin son bulması, etlerini lime lime etmiş bakışların ondan uzaklara çevrilmesiydi. Tek istediği bir çift şefkatli bakış, biraz olsun yumuşama emaresiydi. Ya da içten içe kabul edip sesli düşünmeye bile çekindiği bir şeydi istediği: Merhamet.
İşte bugün, bu dört duvar arasında o kadar çaresiz, o denli merhamete muhtaçtı ki!
Sabırsız bakışlar, ayakkabıların çıkardığı tok sesler. Saçlardan geçirilen eller, kızarmış boyunlar. Gözleri boşluğa dönmüş kadın kapıyı çarpıp çıktı. Şimdi odada ağırlaşmış düşünceler hükmü verilmiş olanın omuzlarında bir okyanus ağırlığı…
Tavana yakın küçük pencere açıldı. Belki de havalandırma deliği gibi bir şeydi, o anda gözlerini yerden kaldırmaya cesaret edemedi. Gücü de tükenmişti zaten. Merhamet dilendiği an terk edip gitmişti onu.
Ciğerlerine tüm bunlardan habersiz dünyanın ferah nefesleri ulaştı. Terden sırılsıklam olmuş kuzguni saçları ufak bir baş hareketiyle dalgalandı. Dudaklarında ufak bir gülümseme peyda olmuştu ki bir ölünün katiline baktığı anda donup kalmış gözleri gibi dehşet verici gözlerinden de korkunçtu. Bu kadar korkunçtu çünkü katran gibi bir üzüntüden doğmuştu.
Ne düşündü o anda?
Bir yanda batmakta olan Güneşin ayaklarının uçlarına vuran kızıllığı, onu seyre dalmış güller ve kuşlar, sadece birkaç metre ilerisinde tüm bu cinayet ve işkenceden habersiz huzurla devinen yaşam; diğer yanda bir mahkeme piyesi, mahvolmuş bir ruh ve onu yargılayan diğerleri…
Ayşenur ATEŞ Ocak/2019 ANKARA