KAPI

O akşam kapı çalmayacaktı.

Penceresinden dışarıda uzayıp giden asfalt yolu izledi bir süre. İleride dolmuş durakları vardı, terk edilmiş bir minibüs bir de salkım söğütler. Vakit akşama tamamlanmak üzereydi, müezzinin eli kulağında olmalıydı.

Üzerinde bir dinginlik belki de mahzunluk hali. Komşularının sapsarı ampulleri yanmaya başladı ama o ışıkları açmayacaktı. Zaten kapı da çalmayacaktı.

Gözlerini pencereden ayırıp da odanın loşluğuna alışmalarını bekledikten sonra sandalyesine oturuverdi. Eli gayriihtiyari defterine gitti, sağ üst köşeye tarih verdi. Kalemi tam satır başına değdirdi ki durakladı, vazgeçti. Sonra tekrar yazacak gibi olduysa da bir türlü başlayamadı. Ne yazacaktı?

Oda yavaş yavaş soğumuştu, ayakları soğuk soğuk terlemiş rahatsız edici bir hal almıştı. Yine de kalkmadı sandalyeden. Bir rahatsızlık, ta ayaklarından kalbine kadar. Uzaklardan birkaç köpeğin havlamasını işitti, içi ürperdi.

Neden sonra perdeleri çekmediğini fark etti. Defteri sandalyesine koydu ve perdeleri çekti, kendini diğerlerinden ayırdı. Artık sokak lambasının ışığı dışında karanlıktı oda. Duvarlara baktı. Perdelere baktı. Kapıya baktı. Herkesle onun arasında olan ne varsa baktı.

Buraya çok küçük kaldığını düşündü. Hayatı öylesine küçüktü ki ev her gün daha da büyüyordu sanki. Taze pişmiş çörek kokusu. Yavaşça anımsayıverdi, ta burnunun ucunda sıcak, şefkatli, yumuşak bir şeyler. O zamanlar çöreğin kokusu çıplak duvarları aydınlatırdı. Gökten kızıllığı alıp akşam vakti eve koymak gibiydi. Tabii bir de, kapı çalardı. Ev alacağını alır da içine kapanırdı.

Neredeydi o zamanlar, kapıyı mı çalıyordu yoksa açan mıydı? Hafızası da zayıflamıştı ya, hatırlamak çok güç geliyordu zayıf bedenine. Ama o zil sesi hiç mi hiç silinmiyordu kulaklarından. Nasıl silinsindi? Sessizlik büyük bir karmaşaydı, bir şeye tutunmazsanız uğultular tarafından yutulabilirdiniz.

Kendi sesini bile ne zamandır işitmemişti. Düşüncelerinin sesiydi tek duyduğu. Düşünceleriyse takılı kalmış bir plakmışçasına hep aynı şarkıyı söylüyordu. Önce duvarlar diyordu, bomboş. Işıklar, açalım mı? Serinledi hava ya, hep sonbahar, üşüdüm. Sonra ses, bir adım sesi bile yok. Ve sıcak fırın, taze çörek: Kapının ardında mıydı yoksa açan mı?

Mutfağa gitti. Beton zemin tüm soğuğunu ona geçirse de aldırış etmedi. Dolapta dünden kalan çorba vardı, ocağa koydu. Ezan okunmaya başlamıştı. Şimdi bir yerlerde çocuklar toprağa çamura bulanmış elleriyle bir yerlerdeki kapıları çalıyor olmalılardı.

Çorbanın altını kapattı. Gözü bir anlık kapıya ilişse de zil bir türlü çalmadı. Ev kendi içine kapandı.

Ayşenur ATEŞ  Ekim/2020 ANKARA