ÖĞRETİLMEYEN

ÖĞRETİLMEYEN

‘Adıyla’ seslenmek gerek bu alemde her zerreye. Kişilerden, şehirlerden öte; ‘hallere’ adıyla hitap etmek gerek. Zira öyle başladı kitap: ‘adıyla, ismiyle’ …

İlk insana ‘bütün’ isimler öğretilmişti ve bununla insan, meleğe üstün kılındı. “Melek gibi” deriz ya hep gözümüzde en iyi insanlar için; halbuki meleklerden öte bir iyilik barınır insanda, ‘isimleri’ tanıdığında ortaya çıkacak olan.

İsmi aklımıza geldiğinde hatırlarız bir insanı, ismi söylendiğinde tanırız mekanları, bir isim koyabildiğimizde anılarımız yaşanmışlıklarını kazır defterimize. Hep bir gizli hazineden bahsederiz ya; işte o hazinenin kilidini, içindekinin ‘ismi’ açacaktır. Çünkü isme varmak için, o varlığı tanıma yolunda epeyce debelenmiş olmak lazım gelir. Ancak kendimizi tanıma yolunda bir yerlere gelebilmişsek, isim anahtarını bulup içimizdeki hazineyi açmamızla gerçek kimliğimize kavuşabileceğizdir.

Bir kavramı anlayabilmek için onu anlatan sayfalarca kitap okuruz bazen de, ancak bir şeyler şekillenir zihnimizde. O halde halimizden haberdar olmayanın, bize dair kelimeler üretebileceği neyin beklentisi efendim? Ruh dünyasından haberdar olmayanların kelimeleri, şekle hitap eder ve şekille sınırlı kalır. Şeklî kelimelere de ihtiyaç olmakla birlikte; şekilde bir görünüş, uhrevi alemde yüzlerce hâle işaret eder. Yeryüzünü adeta iç alemine göre çekip çeviren insanın, iç alemini anlamak ve anlatmak için pek çok kelimeye ihtiyacı vardır. Ruh dünyasıyla hemhal olmuş vakitleri geçmişinde barındıran topraklardan gelen kelimelere, ruhun yüzeyine teğet geçen toprakların değil… Her toprak parçası üzerinde, oranın insanın yaşatacak kelimeler söylenir durur. Eğer bir memleketin kelimeleriyle doyuyorsanız artık oralı olmuşsunuzdur demektir.

Kendi alemimizden bîhaber attığımız her adım, bizi sendeletmekten başka işe yaramayacaktır. Kendimizden kaçıp da yeryüzündekilere faydalı olmaya çalışmak, ipi sarkıtmadan kuyudan su gelmesini beklemeye benzer. Ağacın dal olmadan meyve vermemesi, gülün sap olmadan çiçek açmaması gibi yol yürünmeden hedefe ulaşılmaz. Ve yol, her zaman olduğumuz yerden başlar. Çünkü hedef değildir mesele, yolda yaşadıklarımız ‘bize’ varmak istediğimiz şeyin ‘ismini’ öğretecektir. O ismin hakikatine kavuşmak ise bizi insan yapan şeydir.

“Peki, kendimizi tanımanın yolu, kendimizi anlayacak ve anlatacak isimleri idrak etmekten geçiyorsa bu isimlerin hakikatine nasıl ulaşacağım? Kendini bilmeyen Rabbini bilemeyecekse, Rabbimi bilmek için bu kadar çok mu kelimeye ihtiyacım var?” Bu sorular, bir yıl içeceği suyu toplayıp da “Ben bunu nasıl içeceğim?” diye düşünen birisinin sorusu gibidir. Öncelikle bir ismi öğrenmek onu yaşamak demektir, aslında önce yaşarız sonra öğreniriz. Öncesinde ilmel yakin olan bir durum, yaşadıktan sonra çocuksu bir hayret ile aynel yakin olur bizde. Kendimizi bilmek ise yaşadıkça yaklaşacağımız, ama zannımca hiçbir zaman ‘bildim’ diyemeyeceğimiz bir ilimdir. Sonuç olarak hep tecrübe edeceğiz isimleri, isimlerle yaşadıkça kendimizi aynalarda görebileceğiz. Her gün bir adım, dünya nasibimiz nereye kadarsa oraya kadar götürecek bizi. Yolda sarf ettiğimiz mesai ve yöneldiğimiz yöndür gidişatı belirleyen…

“İsimler Adem’e öğretilmişse, bu bende de gizli olanı açığa çıkarmak mı derdim?” Aynen öyle, gömülü olanı gün ışığına sunmak ve şahit olmak derdimiz. Her halimize şahit olmak; gördüğümüz kadar, bir teknenin el uzatabileceği yer kadar, gözümüzün gördüğü ufka kadar… Halimizi ve nice halleri anlamak için vesile olacak ve ‘iç alemimize yetecek’ isimleri de layıkıyla kullanarak…

Şairin “kelimeler albayım, kelimeler, bazı anlamlara gelmiyor” dediği ise dile düşmeyen, kaleme varmayan hallerden dert yanıyor. Anlatamayacağı şeyler insanın, kemiğine işleyecek ‘yol hali’dir işte. İmtihandayken yoldaş, sohbet ederken dertdaş olanlardan olalım biz.

 Elif Özdemir  Kasım/2019 İSTANBUL